Aslında iliğine kadar siyaset ve oy için tekrar gündeme alındığından emin olduğum Ayasofya konusunda yazmaya niyetli değildim. Çünkü bu meselede ne yazarsanız yazın, Ayasofya’yı siyasi rant unsuru olarak görenlerin ekmeğine yağ sürmüş oluyoruz.
Ancak, çocuğumuzu şaşırtan “camiye dönüştürme” kararı bu konuda kafaları daha karıştırdı.
Yanlış anlaşılmasın meselenin siyasi cenahında değişen bir şey yok.
Onlar “Ayasofya’yı camiye dönüştürmenin bedeli ağır olur, ben bunu yapmam” sözlerinin üzerinden bir yıl bile geçmeden dediklerinin tam tersini yaparken panik ile beraber siyasi bir kazanç beklentisi içindeler şüphesiz.
Ayasofya ile ilgili yapılan tartışmaların pek çoğu tarihsel konjonktürden yoksun maalesef.
Meseleye “Kılıç hakkı nedir ya” diye romantik bakanlar kadar, “Ortadoks ile Katolikliğin farkını bile bilmeden” tüm Hıristiyanları, “Doğu-Batı” ayrımını bilmeden tüm Roma imparatorluklarını aynı kefeye koyan yorumlar havada uçuşuyor.
Bizans tarihçisi Dukas (ya da Doukas) –ki kendisi hasseten 1341-1462 yıllarının otoritesidir- (ve 1341-47 arasında yaşanan Bizans iç savaşında ortalığa kan gölüne çevirten meşhur zalim Mikahel Dukas’ın torunudur) kitabında şöyle yazar:
“Bizans’ta mezhep kavgaları hiçbir zaman son bulmamıştır. Salâhiyetli ruhanîlerin bu hususta takındıkları tavır zikre değer. Mesela günahlarını itiraf için bunlara müracaat eden Hristiyanları, daha evvel Katolik papazlarından Hz. İsa’nın kanını ve cesedini temsil eden ekmek ve şarabı alıp almadıklarını, birleşme taraftarı bir papazın icra eylediği ruhanî ayinde bulunup bulunmadıklarını soruyorlardı. Şayet böyle bir hâl vaki olmuş ise, bu husustaki kilise kanunları şiddetli ve manevî cezası ağır idi. Âdet olduğu üzere kilise kanunlarına uyarak mukaddes ekmek ve şarabı almağa hak kazanan kimse, birleşme taraftarı papazlara müracaat etmezse, onlar tarafından ağır manevî cezaya müstahak olurdu. Birleşme taraftarı papazlar Ortodoksluk taraftarı olan papazlar hakkında bunların papaz olmadıklarını, takdim ettikleri şeylerin sahih ve hakiki olmadıklarını söylüyorlardı.
Ortodoks papazlar, bir cenazeye veya bir ölünün ruhunun istirahatı için yapılan ayine davet olunduğu zaman, bu merasimlerde birleşme taraftarı bir papaz görününce, Ortodoks papaz hemen ruhanî elbisesini çıkarır ve yangından kaçar gibi oradan uzaklaşırdı. Büyük Kilise (Ayasofya) şeytanların ilticagahı ve putperestlerin mâbedi telakki ediliyordu. Nerede o mumlar, nerede o kandillerdeki yağlar ? Her şey zulmet içinde, hiç müteessir olmuyordu, mukaddes mâbed viran bir hal almıştı. Bu hal, şehir halkının dini hükümlere muhalefet ve tecavüzleri dolayısıyla, bir müddet sonra mâbedin düşeceği harap vaziyeti daha evvelden gösteriyordu. Genadios ise, hücresinde vaaz ediyor ve birleşmeğe taraftar olanları tel’in ediyordu.” (Bizans Tarihi. s 158)
Müslümanların İstanbul ile ilgili fetih tasavvuru asr-ı saadete kadar uzanır. Hicrî 52, miladî 672 yılında Hz. Muhammed’in (SAV) mihmandarı olan Ebu Eyyub elEnsarî ile başlayan fetih hareketi, aradan geçen yüzyıllar ile pek çok kez tekrar tekrar denenmiş ve nihayet Fatih Sultan Mehmed’ ile neticelendirilmiştir.
Ancak Ayasofya ve Kontantinapolis kuruldukları günden beri belanın, fitnenin, yağmacılığın ve talanın m erkezi olmayı sürdüregelmiştir.
Bizans Devleti’nin resmi tarihçisi Nicetas Choniates, 1204 yılında yaşanan bir işgal ve yağmayı şöyle anlatır: ” Bu hain adamların işlediği fiilleri nasıl anlatmaya başlayacağım! Ne yazık ki, hayran olması gereken görüntüler ayakaltında sıkıştı! Ne yazık ki kutsal şehitlerin kalıntıları kirli yerlere atıldı. Eşsiz sanatın, zarafetin ve nadir malzemenin kutsal vazoları ve eşyaları ve ince gümüş… Takdire şayan işçiliğin ve kapının… Dahası, belli bir fahişe, yorganında daha keskin, kürklü bir bakan… Patriğin koltuğuna oturdu, müstehcen bir şarkı söyleyip sık sık dans etti. Her yerdeki her yer her türlü suçla doluydu. Ah, ölümsüz Tanrı, adamın acıları ne kadar büyük! ”
Yanlış anlaşılmasın tarihçinin kızıp köpürdüğü barbarlar Müslüman ya da Türkler değil bizzat Haçlılar’dır. Venedik’in Enrico Dandolo liderliğindeki (ki kendisi o dönem 90 yaşındaydı ve artık gözleri bile görmüyordu) Haçlılar Konstantinopolis’i istila ettiler. Dandalo daha sonra mezarını bile Ayasofya’nın içine yaptırdı. Gerçi sonra Bizanslılar şehri tekrar aldıklarında bu mezarı attılar ama Osmanlı döneminde mezar tekrar yerine konuldu.
Basit bir işgal değildi bu. Yağmalama, tecavüz, taciz, yıkım.
Bunlardan Ayasofya da payını aldı ve bir süre sonra ateşe bile verildi.
Yağma, yangın, deprem, işgal…
Ayasofya’nın tarihi biraz da felaketler tarihidir bu yüzden.
Osmanlı’nın İstanbul’u fethetmesinin hikâyesini herkes ezbere biliyordur. Kafa karıştırıcı olan kısım ise müzeye çevrilme dönemi. Biraz o döneme yakından bakalım.
1934’te İnönü’nün Maarif Vekili Abidin Özmen, başvekâlete gönderdiği dilekçede “Ayasofya, müzeye çevrildiği takdirde İstanbul’un turistik değeri bir kat daha artacaktır. Ayasofya’da namaz kılanlar pek yakınındaki büyük küçük birçok camide dinî vazifelerini yapabileceklerdir” ifadelerini kullanmıştı. Aslında Özmen’in bu fikri 3 yıldır düşünmekteydi.
Neden 3 yıl?
1931’de Amerikan Bizans Enstitüsü adına arkeolog Thomas Whittemore hükümete müracaat edip Ayasofya Camii’ndeki mozaikleri tamir için izin istedi. Bunu fırsat bilen Maarif Vekili Abidin Özmen, camiyi vakıflardan alıp kendi bakanlığına naklettirdi. Bu Whittemore denilen adam kimdi ki Hükümet anında talebini olumlu karşılamıştı?
Arkeolog sırtını büyük yerlere dayıyordu. Cumhuriyet’in kuruluş döneminde Ankara’ya maddi manevi destek olan zengin Amerikalı işadamı Charles Crane vardı arkasında.
Özmen’in ise epeydir zihninde Ayasofya’yı müze yapmak gibi bir fikir uçuşuyordu. İnönü’yü bu konuda çok sıkıştırınca bir komisyon bile kurulmuştu. Atatürk bu iş için 1’i Alman 9 kişilik bir komisyon kurdu. Enteresandır, bu komisyondaki tüm Türk üyeler camiinin kapatılması konusunda görüş bildirdiler. Bir tek Alman Prof. Eckhard Unger, ibadethane olarak kullanılırsa, caminin daha iyi bakılacağını düşünüyordu.
Sonra garip bir şey oldu ve akıl almaz iki gerekçe gösterilerek Ayasofya bir anda bakanlar kurulu kararıyla müzeye dönüştürüldü. Tarih 24 kasım 1934’tü ve bakanlar kurulunun gerekçeleri “Şark alemini sevindirmek ve parasızlık”tı!
Karar üç ay sonra uygulandı ve 1 Şubat 1935’te Ayasofya resmen müze olmuştu.
Tabii beraberinde bir yıkım ve talan da gelmişti.
Paha biçilmez halıları doğranmış ve sağa sola dağıtılmış, tarihi şamdanlar eritilmek üzere dökümhaneye yollanmış. Allah lafzı ve diğer isimlerin olduğu levhalar ise çok büyük olduğu için kapılardan geçmemiş ve mecburen depolara kaldırılmıştı.
Gerçi bunların çoğu Menderes döneminde tekrar yerlerine konuldu ama Abidin Özmen bununla yetinmemiş Kariye Camii’ni de müze yaptırmaya muvaffak olmuştu.
Minareler yıkılırsa Ayasofya çöker meselesini ise İbrahim Hakkı Konyalı’dan dinleyelim:
“1934’te Tan gazetesinde iken Arkeoloji Müzesi mimarı Kemal Altan geldi. Ağlayarak, “Hoca, bugün Ankara’dan gelen emir üzerine Küçük Ayasofya’nın iki minaresini temeline kadar indirdik. Bu gece de Ayasofya’nın dört minaresini indireceğiz” dedi. Bunun üzerine kendisine “Minareler kubbenin desteğidir; yıkılırsa, Ayasofya da yıkılır” mealinde bir rapor yazdırttım. Bunun neşri üzerine yıkımdan vazgeçildi…”
Yıllarca Ayasofya’nın barındırdığı gizemler kadar enteresan sahte imza, sahte genelge vesaire türü şeyler yazılıp çizilir. Ayasofya sağ iktidarların seçmenleri için kullandığı en önemli havuçlarından biridir her zaman.
Her sağcı iktidar en az bir kez burayı tekrar cami yapma vaadinde bulunur ama kapı arkasından “olur mu öyle şey kardeşim, dünya bizi tefe koyup çalar” derler.
Nitekim Tayyip Erdoğan da uzun süre bu taktiği takip etti.
Ancak, nasıl bir sıkışıklık ve panik hali var bilmiyorum ama benim gibi bu kozların kullanılacağından emin olan kişileri bile şaşırtan bir zamanda geldi bu atak.
Şahsen en erken 15 Temmuz 2022’de bekliyordum bu kararı.
Demek ki o kadar uzun nefeslerinin kalmadığını düşünüyorlar!
Bu konuda şunu söylemek isterim ki, Ayasofya’nın ibadete açılmasını istemek ile onu açmak arasında muazzam fark var.
Din, iman, ibadet, namaz ile en ufak bir ilgisi yok alınan bu kararın.
Bir iktidarın sönümlenmeye başlayan ömrünü üfleyerek tekrar harlayıp uzatma çabasından başka bir şey değil.
Anketler şu an ne söylüyor bilemem.
Ancak bildiğim bir şey var, bu ekonomik göstergeler ile bu ülke daha fazla yol alamaz.
Kısa süre içerisinde bir memnuniyetsizlik kıvılcımının tüm ülkeyi kasıp kavurması an meselesidir.
Ayasofya kararı ise bu çöküşü uzatma çabasından başka bir şey değil ne yazık ki!
İşe yarar mı, göreceğiz…
YORUM | M. NEDİM HAZAR
https://www.tr724.com/son-barut-ayasofya/