15 Temmuz “sahte askeri darbe kalkışması” vesile yapılarak gerçekleştirilen “sivil darbe” sonucu, eline çakı bile almamış cemaat mensubu insanlar bir gecede silahlı terör örgütü üyesi ilan edilerek sosyal ve siyasal soykırıma maruz bırakıldılar. Hamile kadınlara, yaşını başını almış annelere, bebekli annelere hatta küçük yaşta çocuk ve bebeklere kadar uzanan hapisler ve işkenceler, kötülüğün sıradanlaştığı bir zulüm atmosferine taşıdı hepimizi. Masum olduklarına kendilerinin de inandığını düşündüğüm insanlara bu zulmü reva gören zalimler, 18’nci yüzyılda yaşasalardı binlerce insanı giyotine gönderen Maximilien Robespierre olur ve zulümlerini ölümle neticelendirirlerdi. Ya da daha öncesinin Roma’sında gördüğümüz Julius Caesar’ları, Commodus’ları, Tiberius’ları ve Caligula’ları olurlardı.
Kendi gözlerinin önünde cereyan eden böylesi bir zulüm tablosu varken bazılarının bana donup “hangi saftasın?” sorusunu sormaları insanı çileden çıkartıyor. Bu soruyu soranlar hiç şüphesiz iktidarın borazanı olan havuz medyasının yapmış olduğu iftiralarla, yalanlarla dolu ithamlarını hakikat yerine koyan insanlar.
Sorgulayıcı bir mantık ve eleştirel bir düşünce ile meselelere yaklaşamayanlar. Konforunu bozmak istemeyenler. Hızla faşizme doğru sürüklenen otoriter iklimde ‘kim vurdu’ya gideriz diye korkan kişiler. Katılıyorum, “At izinin it izine” karıştığı zamanlar bu zamanlar. Böylesi zamanlarda ilk incinen gerçek olur. Savaşta ilk şehit olanın hakikat olması gibi. Fakat hakikat aşığı insanlar her şeye rağmen onu bulabilirdi.
Yıllardan beri bu cemaatin bir ferdi olmakla birlikte “kesin inançlı” olarak hareket etmedim. Ne bağnaz bir tarafgirlik ne de amansız bir düşmanlıkta bulundum. Yıllardan beri Cemaat aleyhinde dile getirilen bütün iddiaları, ithamları, yazılan kitapları, raporları okudum, tartışma programlarını hem de notlar alarak tek tek dinledim ve izledim. 15 Temmuz darbe esnasında da hemen ertesi gün başlayan ve devam eden günlerde kaleme aldığım yazılarda da darbeyi meşru görenleri, darbeye kalkışanları, haberi olduğu halde engellemeyenleri kimliğine, kişiliğine, vasfına ve pozisyonuna bakmadan lanetledim. Doğruya doğru eğriye eğri dedim. Zaten böyle davranmayı bu camia içinde öğrendim. “Seni severim ama hakikati daha çok severim” dediğim bir zemine ayaklarımı bastım. Fotoğrafın tüm karelerini göremedim. Kimsenin de gördüğünü sanmıyorum. Ama gördüğüm kadarıyla da doğrunun temsilcisi olmaya çalıştım.
Bütün bunlara rağmen madem ki sordunuz hangi saftasınız diye; buyurun durduğum safi sizlere bir kez daha söyleyeyim. Tarihe böyle kayıt edilsin.
Ben, kardeşini hunharca katletmek isteyen Kabil’in değil, “sen beni öldürmek istesen de sana karşılık vermeyecek, elimi dahi kaldırmayacağım” diyen Hz. Habil’in safındayım.
Ben, kendilerini cehennem ateşinden koruyacak tekliflerle gelmesine rağmen yıllar ve yıllar boyu onu alaya alan, maddi ve manevi eziyet ve işkencelerde bulunanların değil; bütün bunlara sabırla mukabele edip tebliğ vazifesine devam eden Hz. Nuh’un safındayım.
Ben, Ona duyduğu kini, nefreti ve öfkeyi şehrin tüm insanlarını yakmaya yetecek büyüklükte hazırladığı cehennemvâri ateşle gösteren Nemrud’un değil; Allah’ın o ateşleri kendisine berd ü selam kıldığı Hz. İbrahim’in safındayım.
Ben, kula kulluğun insanı alçaltan derekelerinden kendilerini kurtarmak için mücadele eden peygamberini en kritik noktada “Sen ve Rabbin git savaş, biz burada oturuyoruz” diyerek yalnız bırakan Beni İsrail’in değil; bütün bunlar hiç olmamış gibi vazifesine devam eden, Allah’ın Tur’da tecellilerine muhatap kıldığı ve “Kelimim” dediği Hz. Musa’nın safındayım.
Ben, gözsüzlere dahi pinhân olacak mucizelerine gözlerini kapatan ve onu gözü dönmüş muhaliflerinin önüne bir yem gibi atan hainlerin değil; ahirette “Sen onlara azap edersen onlar Senin kulların; bağışlar merhamet edersen Sen Merhametlilerin en Merhametlisisin” diyerek af dileyen Hz. İsa’nın safındayım.
Ben, 23 yıllık Peygamberlik hayatında akla hayale gelmedik işkence ve eziyetleri ona reva gören Mekke’li müşriklerin değil; onlara her şeyi yapabilecek bir konumda iken “Kardeşim Hz. Yusuf gibi derim. Gidin bugün hepiniz serbestsiniz” sözüyle enginlerden engin gönle sahip olduğunu gösteren şefkat ve merhamet abidesi, insanlığın iftihar tablosu Hz. Muhammed’in (sas) safındayım.
Ben, faziletinde, mahviyetinde, sadakatinde hiçbir şüpheleri olmamasına rağmen cahiliye alışkanlarına dönerek ona nice çileler çektiren insanların değil; kelimelerin kendisini anlatmada aciz kaldığı ve onun için sadece ismini anmakla yetineceğim Hz. Ebu Bekir’in safındayım.
Ben, Müslümanlığı, insanlığı, yönetişim anlayışının merkezinde adaletin, özgürlüğün, hak ve hukukun yer aldığı sistemini çekemeyip onu şehit eden Ebu Lülü’lerin değil; tek kelimeyle Hz. Ömer’in safındayım.
Ben, haklı ya da haksız olmaları bir yana, hatta ne kadar haklı olsalar da merkezi devlet ve icraatları ile alakalı problemlerini sulh ve sükûnet içinde çözmek için sonuna kadar ısrarlı davranmayan eli kanlı eşkıya güruhunun değil, Efendimizin (sas) Rıdvan biatında elini diğer elinin üzerine koyarak “Bu da Osman’ın biatidir” dediği Hz. Osman’ın safındayım.
Ben, siyasetin çirkin yüzünün kanla buluştuğu yerde katil olarak tarih sahnesine çıkan İbn-i Mülcem’lerin değil; İslam’ın hayat sahnesini çıktığı günlerde 7 yaşında bir çocuk olarak kervana katılan ve din uğruna, iman uğruna nice fedakârlıklara katlanan Dâmad-ı Nebi, Haydar-ı Kerrâr, Şâh-ı Merdân Hz. Ali’nin safındayım.
Ben, zulmü, kurdukları siyasi sistemle sistematik hale getiren Mansur’ların degiI; fitne ve fesada yol açmaksızın böylesi zulümlere karşı yapılacak direnişin temel taşlarını döşeyen ve bedelini de hapishanelerde ömür geçirerek ödeyen, 15 asırdır başımızın tacı olan İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin safındayım.
Ben, halk nezdindeki kabulünden dolayı “Halk bu vergileri kaldıramaz” görüşünün başlarını ağrıtacağını düşünerek ellerini bağlayıp kilometrelerce uzakta bulunan hilafet merkezine sürükleyerek getiren irade ve idarenin değil; gördüğü onca cefa ve eziyete rağmen doğruyu, hak ve hakikati haykırmaya devam eden İmam Şafi’nin safındayım.
Ben, sadece ‘Kur’an mahluk’ demediği için bütün muhaliflerini zindanlarda çürüten, işkencelere maruz bırakan Abbasi halifeleri Me’mun, Mu’tasım ve Vâsık’ın değil; aynı işkencelerden nasibini alarak önce Tarsus’ta ardından Bağdat’ta tam 28 ay hapishanelerde kalan ama buna rağmen düşüncelerinden ve duruşundan vazgeçmeyip asırlar boyunca Müslümanlara ışık tutan Ahmed b. Hanbel’in safındayım.
Ben, adaleti temin adına olsa neyse, sırf statükosunu korumak, nüfuzunu korku pompalayarak sağlamlaştırmak için kuzeni İmam Malik gibi devâsâ bir şahsiyet dahil eş-dost-akraba demeden herkese zulmeden Mansur ve Mansur benzeri Emevi halifelerinin değil; mazlum ve mağdur büyük alim İmam Malik b. Enes’in safındayım.
Ben, üzerinden 15 asır geçmiş olmasına rağmen hala her müminin vicdanını kanatan Kerbela’nın önde görünen faili “Ben burada Yezid’in emirlerini uygulayacağım. İyiliklerinize karşı müşfik bir baba, itaat edenlerinize karşı bir kardeş gibi davranacağım. Kılıç ve kırbacım emrimi kabul etmeyen, bana karşı çıkanların üzerinde olacaktır. Artık herkes dilediğini yapabilir” diyen vali Ubeydullah b. Ziyad’ın değil; Kerbela şehitlerinin ve o şehitlerin şahı Hz. Hüseyin’in safındayım.
Ben, kendisine biat edilmemesi sebebiyle çapulcu sürüsü gibi girdikleri Mekke’yi günlerce talan eden, malları yağmalayan, evinde bir şey bulamadıkları için şanlı sahabi Ebu Said el-Hudri’nin sakallarını dahi yolan, hatta kadınlara tecavüz eden ordu ve o ordunun kumandanı Müslim b Ukbe’nin değil; Harre şehitlerinin ve Mekke halkının safındayım.
Ben, Yezid’in otoritesini kabul etmedikleri için aylarca Mekke’yi kuşatan, Ebu Kubeys ve Ahmar dağlarına kurduğu mancınıklarla Kabe dahil şehre taşlar ve ateşli mızraklar atan, bu sebeple Kabe’nin yanmasına vesile olan Husayn b. Numeyr’lerin, tarihe zalim vasfıyla geçen Haccac b. Yusuf’ların değil; doğru bildiği ve doğru olduğuna inandığı yolda inançla, azimle, aşkla yürüdüğü için gözü dönmüş katilleri aratmayan barbarlıkla şehit edilen Abdullah b. Zübeyr’in safındayım.
Bir genelleme yapacak olursam, ben, yüz yıla yakın hilafet dönemlerinde ‘meşru muhalefete’ bile göz yummayıp ‘mutlak itaat’ diye direten ve bu uğurda İspanya topraklarını feth etti diye bir zamanlar baş üstünde taşıdıkları Musa b. Nusayr ve Tarık b. Ziyad’ları bir zaman sonra görevlerinden azledip sefalete mahkûm eden, vefadan, sadakatten nasipsiz zalimlerin değil; bu zalimlerin zulmüne maruz kalan mazlumların safındayım.
Ben, “Er-Rıza min âl-i Muhammed” sloganları ile Emevi hanedanını yıkıp iktidara gelen ve daha ilk konuşmasında halka “Allah başınıza devlet kuşu kondurdu. Artık insanların en mutlusu ve en şereflileri sizlersiniz. Size verilecek bağışları 100 dirhem artırıyorum. Hazır olun; ben çok kan dökücüyüm ve mahvedici bir intikamcıyım” diyen ve iktidarı boyunca dediğini yaptığı için tarihe çok kan dökücü manasında Seffah diye geçen Ebu Abbas’ın değil; kadınıyla- erkeğiyle, çoluğuyla-çocuğuyla kanları dökülen, malları müsadere edilen, asırlık vatanlarından göçe zorlanan, başta ehl-i beyt olmak üzere bütün mağdurların safındayım.
Hasılı, ben, siyasi çekişmeleri, iktidar hırsları, koltuk sevdaları, nefsani hazları, mal-menal tutkuları uğrundaki yanlışlıklarına Kur’an’ı alet etmekten, yaptıklarına meşruiyet kazandırmak için hadis uydurmaktan çekinmeyen, Kaderiye’den Mürcie’ye, Hariciye’den Rafiziye’ye kadar nice oluşumlara sebebiyet veren mihne dönemi ve dönemlerinin mimarlarının safında değil; inandıkları değerleri korumak için hapislerde çürüme, kılıçlara masum boyunlarını uzatma dahil her türlü bedeli ödeyen masumların, şehitlerin, gazilerin safındayım.
Ben, istiklal mücadelesi esnasında canıyla malıyla ölümüne mücadele eden zatı ülkesinden ayrılmaya mecbur edecek tarzda tazyiklere maruz bırakan, geri döndüğünde de her türlü sefaleti reva gören vefasız zalimlerin değil; üç kuruşa muhtaç olduğu anda bile yazdığı istiklal marşına takdir edilen ücreti almayarak “Allah bu millete bir istiklal marşı yazdırmasın” diyecek kadar gani gönüllü Mehmet Akif’in safındayım.
Ben, Kur’an etrafından oynanan oyunların farkına vararak bütün himmet ve gayretini Kur’an’ın tilavetinden tefsirine kadar uzayacak bir talim sürecine sarf eden ve bu uğurda önüne çıkartılan her türlü engeli meşru bir şekilde aşmaya çalışan Süleyman Hilmi Tunahan’ın safındayım.
Bugün de örneklerini gördüğümüz karakuşî kararlarla kanunun çıkmasından çok önce yazdığı şapka risalesinden dolayı hapishanelere konularak özgürlüğünden edilen ve ardından bu yetmezmiş gibi idam edilen İskilipli Atıf Efendi’nin safındayım.
Ben, “Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!
Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, ahiretimi de. Seksen kusur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde bir cani gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.” diyen Bediüzzaman’ın safındayım.
Ben, 82 yıllık hayatında kendisini düşman belleyenlerin zulmü altında inim inim inlemesine rağmen “Sabır benden sabır dileneceği ana kadar sabredeceğim” diyen, bırakın ihkak-ı hak peşinden koşmayı ona kapı bile aralamayan, 35 yılı aşkın birlikteliğimiz içinde bizatihi müşahede ettiğim tavırları, ortaya koyduğu eserleri, dünya sathına yayılan hizmetleri ile bir neslin uyanışına öncülük eden, bir insan ya da bir idareci ve kanaat önderi olarak iddia ettikleri gibi hataları varsa dahi o hatalara karşı 7 yıldan beri yapılan muameleleri katiyen hak etmeyen, devletin bütün kurumları, özellikle “siyasetin köpeği olan yargı”, basın-yayın kuruluşları ve yandaş sivil toplum örgütleri ile itibar suikastına, şeytanlaştırılmaya maruz bırakılan Fethullah Gülen Hocaefendi’nin safındayım.
Ben, “Doğu Perinçek kardeşimize şükranlarımızı arz ederiz” diyen Cübbeli’lerin, “Yolsuzluk hırsızlık değildir” diyen Hayrettin Karaman’ların, cemaat mensupların katline ferman kesen Ahmet Akgündüz’lerin, Diyanet İşleri Başkanı ve dini ilimlerde yaptığı çalışmalarla profesör payesini elde etmiş İlahiyat hocaları olduğu halde peynir-ekmek yeme içme kolaycılığı içinde imanları kadar masum olduğuna inandıkları insanlara hayasızca ve pervasızca “terörist” diyen Mehmet Görmez’lerin ya da Ali Erbaş’ların değil; isimleri ülke genelinde bilinmeyen Türkiye’nin dört bir yanında dinlerine hizmet ederken işlerinden atılan sayıları binleri aşan müftülerin, vaizlerin, imam ve müezzinlerin, daha kapsayıcı bir dille ifade edecek olursam, 15 Temmuz sonrası devletin ceberut yüzünün muhatapları olup işlerinden edilen binlerce KHK’lının safındayım.
Dahası var. Ben, Hidayet Karaca’lar, Mümtaz’er Türköne’ler, Ahmet Altan’lar, Sedat Laçiner’ler, Mustafa Ünal’lar, Gültekin Avcı’lar, Fevzi Yazıcı’lar, Mehmet Baransu’lar, Akın İpek’ler, Melek İpek’ler, Memduh Boydak’lar, Hacı Boydak’lar, Halit Dumankaya’lar, Hazım Sesli’ler, İlhan İşbilenler’ler, Kazım Avcı’lar, Alaaddin Kaya’lar, Ömer ve Özer Yerkazanoğlu’lar, Şemseddin Ayyıldız’lar, sırf Hocaefendi’ye uzak yakın akrabalıklarından dolayı hapse atılan Kutbettin Gülen’ler, Mazhar Gülen’ler, Selman Gülen’ler, Ramiz Gülen’ler, Mehmet Türk’ler, Said Seven’ler ve kim bilir bu yazıyı kaleme aldığım dakikalarda göz altına alınan veya tutuklanan ya da ‘şu kadar yıl’ denilerek hükümlülüklerine karar verilen, fakir çocuklar hayrına düzenlenen kermese mantı ile katkı sağlayan ev hanımları, kurban bayramında et dağıtan hayırsever iş adamları, hamile kadınlar, geleceğimiz teminatı bebekler ve çocuklar ve daha kimler kimler. İşte ben bunların safındayım.
Ben, yandaşlığın kitabını yazan ya da yazacak olan yeni nesillere akıllara hayret verecek ölçüde destek veren, “bunlarla mücadele de çok vicdanlı gidiyorsunuz” diyerek bunu ispat eden, vicdanı ölmüş, insanlığını kaybetmiş Hilal Kaplan’ların, Hüseyin Gülerce’lerin, Hasan Ali Karaosmanoğulları’nın, Ahmet Hakan’ların, Abdurrahman Dilipaklar’ın ve bunlar gibi Kabataş Yalancılarının arkasında saf tutan yüzlercesinin değil; zulmün elinden özgürlüğüne kavuşarak yaşadıkları coğrafyalarda mazlumun sesi olmak için mücadelelerine devam eden Alp Aslandoğan’ların, Adem Yavuz Aslan’ların, Erkam Tufan’ların, Doğan Ertuğrul’ların, Ekrem Dumanlı’ların, Abdülhamit Bilici’lerin, Basri Doğan’ların, Selçuk Gültaşlı’ların, Bülent Keneş’lerin, Metin Yıkar’ların, Aydoğan Vatandaş’ların, Nurullah Albayrak’ların, Tarık Toros’ların, Engin Sezen’lerin, İsmail Sezgin’lerin, Erhan Başyurt’ların, Fatih Akalın’ların, Bülent Korucu’ların, Ahmet Dönmez’lerin, Veysel Ayhan’ların, Mehmet Tahsin’lerin, Nedim Hazar’ların, Levent Kenez’lerin, Mehmet Efe Çaman’ların, Abdullah Bozkurt’ların, Mahmut Akpınar’ların, Sıtkı Özcan’ların safındayım.
Bitmedi; ben, milletten almış olduğu vekillik yetkisini anayasa ve kanunların kendine verdiği görev tanımı içinde yerine getirmeyip vatandaşına düşman muamelesi yapılması için ateşe odun taşıyan, “Hüseyin ile Yezid karşı karşı geldiğinde bizim tavrımız Yezid’ten yanadır” diyen Metin Metiner’lerin veya Özlem Zengin, Feti Yıldız, Cahit Özkan misali iktidar ve iktidar yanlısı milletvekillerinin değil, göğüslerini bu hayasızca akına siper ederek mücadele eden Ömer Gergerlioğlu, Sezgin Tanrıkulu ve emsali vekillerin safındayım.
İnanç adına İslam, düşünce adına yelpazenin sağından verdiğimiz bu zulüm örneklerine, başka inanç ve ideolojiler adına birçok isim ilave edilebilir, edilmelidir de. Çünkü değişen bir şey yok; sağ-sol, müslim-gayrimüslim, erkek-kadın, Kürt-Türk, Alevi-Sünni, okumuşu-okumamışı mazlum olarak zalimin açmış olduğu zulüm şemsiyesinin altında birleşiyor.
Hatta bazen zulmün toptancılığının yapıldığı zamanlarda öyle birleşmeler oluyor ki kundaktaki bebek bile bu zulmün mazlumu, bu gadrin mağduru oluyor. İnanmıyorsanız Dersim’e, Maraş’a, Gazi’ye, Madımak’a, Başbağlar’a, Uludere’ye, Cizre’ye, Sur’a, Ankara’daki bombalı gar katliamına bakın.
Uzattım, farkındayım. Öyleyse bitirelim.
Zulüm ve adalet aralığından bakıldığında tarihimizin karanlık günlerini bir kez daha yaşadığımız şu günlerde sizlere “Allah’a şükredin” demeyi haddi aşmışlık sayarım ama ben Allah’a şükür ve hamd ediyorum.
20 yıldır yurt dışında hayatını yaşayan bir insan olarak söz konusu zulümlere birebir muhatap olmadığım için değil elbette.
Ben de böyleyim demek büyük iddia olur ama empati duygusunun gelişmişliğine, insanlıktan almış olduğu nasibe göre dünyanın neresinde olursa olsun herkes kendine göre üzüntü ve sıkıntılar çekiyor, kalaklar içinde hayat sürüyor, yüzlerinden uzaklaşan tebessümler bir turlu geri gelmiyor ve nice fedakârlıklara katlanılıyor. Bunun şahidiyim.
Öyleyse ben neden Allah’a şükrediyorum?
Şundan:
Zalim olmadığım ve zalimlerin safında yer almadığım için.
Hatta bu şükrüme bir de Tıpkı Tevfik İleri gibi şükür namazları ilave ediyorum.
Menderes döneminin Ulaştırma ve Milli Eğitim Bakanı’na müebbet hapis cezası kararı kendisine tebliğ edilince hemen iki rekât namaz kılar. “Neden?” derler. Cevabı: “Zalim değil mazlum olduğum için şükür namazı kıldım.” olur.
Evet, şükür ediyorum, “Sahte peygamber, içi boş alim müsveddesi, alçak, lümpen, hain gürûh, cahil, İsrail uşağı, maşa, ajan, karanlık aydın müsveddesi, paralel” ve son noktada “terörist” denilenlerin safında yer aldığım için.
Umarım şaşırmamışsınızdır bu tavrımdan dolayı.
Kendinizden eminseniz şaşırmamanız lazım.
Çünkü her şeyden önce siz bilirsiniz ne olduğunuzu ya da olmadığınızı.
Ben biliyorum ne olduğumu ve olmadığımı.
Benim bildiğimi, sizin bildiğinizi Allah bilmez mi?
Allah da biliyor elbette.
Beni bildiği, sizi bildiği gibi onu da biliyor, onları da biliyor.
Evet, ben bir hiç olabilirim ama yukarıda sayılanlardan hiçbiri değilim elhamdülillah.
Onun için bu saflarda duruyor, Rabbime karşı duruşumu minnet ve şükranla taçlandırıyorum.
İkrar etmeseler ve edemeseler de feraseti, basireti, fetaneti ve akleden kalbi olan herkes de görüyor ve biliyor. Görmeyenler ve bilmeyenlere gelince; ömürleri vefa ederlerse yakın veya uzak gelecekte, etmezse ahirette görecek ve bilecekler bütün gerçekleri.
İster canı gırtlağına gelmiş insanların duası isterse bedduası deyin, Ahmet Arif’in sözüyle bitiriyorum yazımı: “Çiçek gibi insanların kalbini kırdınız, bahçeleriniz bahar görmesin.”
Ramazan Bayramınız mübarek olsun!
YORUM | AHMET KURUCAN