Tehcir Kanunu ve uygulamaları üzerine


24 Nisan 1915’de Ermeni derneklerini kapatıp Ermeni aydın, gazeteci, yazar ve dernek yöneticilerini sürgüne gönderen İttihat ve Terakki yönetimi (İTC) bununla yetinmedi. Ermenilere yönelik asıl adımı, 14 Mayıs 1331 (27 Mayıs 1915) tarihli kanun-ı muvakkat yani Kanun Hükmünde Kararname ile attı. 

Kanun, “Vakt-i Seferde İcraat-ı Hükümete Karşı Gelenler İçin Cihet-i Askeriyece İttihaz Olunacak Tedâbir Hakkında Kanun-ı Muvakkat” adını taşıyor ve uygulama hemen başlıyordu. 

“Tehcir Kanunu” olarak adlandırılan kanun, Meclis tatilde olduğundan Dahiliye Nazırı Talat Bey’in önerisiyle Bakanlar Kurulu’na gelmiş ve Said Halim Paşa Hükümeti tarafından dönemin padişahı Mehmet Reşad’ın onayıyla bir KHK olarak çıkarılmıştı. 

Tehcir Kanunu

Kanun çok fazla bir ayrıntı içermeyip dört maddeden oluşuyordu. Biraz sadeleştirilmiş şekliyle hükümleri şu şekildeydi:  

“1. Sefer vakti ordu, kolordu, fırka, kumandan veya vekilleri, mevki kumandanları, hükümetin emirlerine, asayiş ve memleket müdafaasına müteallik icraata muhalefet ve mukavemet görürlerse, hemen en şiddetli bir şekilde tedîbat yapmaya, tecavüz ve mukavemeti esasından imhaya mezun ve mecburdurlar.

  1. Ordu, kolordu, fırka, kumandan veya vekilleri, mevki kumandanları askerlik gereği veya casusluk veya ihanetini hissettikleri köy ve kasaba ahalisini tek tek veya toplu olarak diğer mahallere sevk ve iskân ettirebilirler.
  2. Bu kanun yayınlandığında yürürlüğe girer.
  3. Bu kanunun uygulanmasını Başkumandanlık Vekili ile Harbiye Nazırı yürütür”.

Kanunla ordu, kolordu ve fırka (tümen) komutanlarına kendi bölgelerindeki halkı “askerî nedenlerle, casusluk veya ihanetlerini hissettiklerinde” başka yerlere sevk etme ve orada yerleştirme hakkı tanıyordu. 

Kanunda “Ermenilerle ilgili” bir ifade yoktu. Bundan sonraki süreçte sadece Ermeniler değil, Rumlar, Süryaniler, Keldaniler gibi azınlık grupları da kanun gerekçesiyle sürgüne gönderilmişlerdir. Hatta “muhalif” oldukları düşünülen veya Şerif Hüseyin taraftarı olma ihtimali bulunan Araplar da tehcir edilmiştir. 

Cemal Paşa’nın bir yazışmasından tespit ettiğimize göre Medine ve çevresinden 25.000-28.200 kişi tehcir edilmiştir. Ancak uygulamalara bakıldığında Arap tehcirinin “çok sert” uygulanmadığı ve ailelerin bir kısmının kısa bir süre sonra geri döndükleri anlaşılmaktadır. 

 Soykırım Nedir?

Bugün Ermeni meselesi denildiğinde “tehcir” ifadesinden çok “soykırım” kavramı öne çıkmış durumdadır. “Genocide” ya da soykırım kavramı, İkinci Dünya Savaşı sonrasında 1948’de Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilen Soykırım Sözleşmesi’nde kullanılmış ve çıkış noktasını da Hitler Almanya’sının Yahudilere yönelik yaptığı katliamlar oluşturmuştur. Sonraki yıllarda ise Ermeni diasporasının çalışmalarıyla birçok ülke parlamentosu, Ermeni tehcirini “soykırım” olarak kabul etmiştir. 

Soykırım; ırka, dine, siyasi görüşe veya etnik kökene bağlı özelliklere dayanan bir grubun bilerek ve isteyerek, düzenli bir biçimde ortadan kaldırılmasıdır ve uluslararası mahkemelerin yargı alanına giren çok ağır bir insanlık suçudur. 

BM’nin tanımına göre “Soykırım”, millî, etnik, ırkî veya dinî bir grubu, sırf bu niteliği nedeniyle, kısmen veya tamamen yok etmek kastıyla, 

(a) Grup üyelerini öldürmek; (b) Grup üyelerine ciddi bedensel veya zihinsel zarar vermek; (c) Bir grubun üyelerini, kasten, bunların fiziki olarak kısmen veya tamamen yok edilmesi sonucunu doğuracağı önceden hesaplanan yaşam koşulları altına sokmak; (d) Grup içinde doğumları bilinçli olarak önlemeye yönelik tedbirler dayatmak; (e) Gruba ait çocukları bir başka gruba zorla nakletmek” fiillerinin işlenmesiyle ortaya çıkmakta, bu eylemlerin “milli, etnik, ırkî veya dini bir topluluğu” özel olarak hedefleyerek, kısmen de olsa yok etme amacına yönelik olarak gerçekleşmesi, soykırım olarak tanımlanmaktadır. 

Takvim-i Vekayi

Tehcirin Kapsamı ve Sürgün

Tehcir Kanunu çıkarıldığında Osmanlı Devleti birçok cephede savaş halindeydi. Zaten 2 Ağustos 1914’de seferberlik ilan edilmiş ve 20-44 yaşları arasındaki Osmanlı vatandaşı erkekler bazı istisnalar haricinde silah altına alınmıştı. Bu kapsamda sadece Müslüman erkekler değil azınlıkların da orduya iştirak etmeleri gerekiyordu. 

Bugün elimizdeki verilerle azınlıklarının ne kadarının orduda görev aldığını bilemiyoruz. Ermeniler için söylemek gerekirse, askerlik yükümlüsü olanlar ya orduya iştirak etmişler ya da asker kaçağı olarak saklanmayı veya Ermeni komitelerine katılmayı tercih etmişlerdi. Bu arada bazı Ermenilerin de Kafkasya’ya göç ettikleri anlaşılmaktadır. 

Uygulamalara bakıldığında tehcir edilen Ermeniler, askerlik yükümlüğü dışında kalan erkekler yani 0-20 arası çocuklar ve gençlerle 40-45 yaş sonrası yaşlı erkeklerdir. Bunun yanında yaşları ne olursa olsun kadınların da tehcire dahil edildiği görülmektedir. 

Tehcir için bildirim yapıldığında, iki günden başlayarak iki haftaya kadar süre verildiği görülmektedir. Bu süre içinde ailelerden tehcire hazırlanmaları istenmiştir. Elbette bu husus önemli bir problem oluşturmuştur. 

Tehcir, mayıs sonunda Doğu Anadolu’dan başlamışken daha sonra kapsam sürekli genişletilmiş, Anadolu’nun tamamına yakınını hatta Trakya’yı da içine alan bir sürece dönüşmüştür. Ermenilerin gidecekleri yerler olarak Deyr-i Zor, Urfa, Musul ve Halep belirlenmiş, gittikleri yerlerde de nüfusun %10’unu geçmeyecek şekilde yerleştirilmeleri istenmiştir. Talat Paşa’nın tuttuğu iddia edilen notlardan ve bazı yazışmalardan İTC’nin gerçek anlamda bir “etnisite mühendisliği” yaptığı anlaşılmaktadır.  

Tehcirden, Katolik Ermenilerle Osmanlı memuriyetinde önemli görevlerde bulunan kişilerin kapsam dışı tutulduğu görülmektedir. Hükümet, tehcirin sağlıklı bir şekilde yürütülmesi için bütçe de ayırmıştır. Ancak bu paranın savaş şartlarında bulunan ve zaten ekonomisi çökmüş bir ülkede ne ifade ettiği tartışmalıdır. 

Tehcir kararıyla birlikte Ermeni kafileleri için güzergâhlar belirlenmiş ve jandarmalar eşliğinde “ölüm yürüyüşü” başlamıştır. Özellikle bebek, çocuk ve yaşlıların bu yolculuğa tahammül etmelerinin mümkün olmadığı çok açıktır. Osmanlı arşivlerinde tedbir alınmasına dair pek çok yazışma olsa da güzergâhın uzunluğu, beslenme ve barınma problemleri ve salgın hastalıklar nedeniyle binlerce insan hayatını kaybetmiştir.

Tehcirin bir başka boyutu da yol güzergâhlarındaki tehlikelerdir. Savaş nedeniyle yaşanan otorite boşluğu nedeniyle Anadolu’da genellikle asker kaçaklarından oluşan birçok “eşkıya” çetesinin olduğu dönemde böyle bir yolculuğun güvenli bir şekilde yapılması mümkün değildir. Bu nedenle kafileler birçok yerde çete saldırılarına maruz kalmış bazen de jandarmanın da iş birliğiyle katliamlar yapılmıştır. 

Ahmet Refik’in Gözlemleri 

Tehcir sırasında yaşananlara dair sürgünlerin şahitlikleri ve hatıraları yanında savaşta tarafsız olan ABD gibi devletlerin konsoloslarının, misyonerlerin, okul, hastane çalışanlarının ve Kızılhaç görevlilerinin tanıklıkları önemli bir yer tutmaktadır. Bunun yanında Osmanlı cephesinden de geçen yazımızda bahsettiğimiz Vehip Paşa örneğinde olduğu gibi tehcir sırasında yaşananları kaleme alan kişiler bulunmaktadır. 

Bu kişilerden birisi de Türkiye’de “Tarihi Sevdiren Adam” olarak bilinen Ahmet Refik (Altınay)’dir. Ahmet Refik, 1915 haziranında Eskişehir’e Askerî Sevk Komisyonu Başkanı olarak gönderilmiş ve izlenimlerini önce bir yazı dizisinde sonra da 1919’da basılan “İki Komite İki Kıtal” adlı eserinde anlatmıştır. 

İki Komite İki Kıtal

Ahmet Refik, İzmit’ten Eskişehir’e gönderilen Ermeni kafilelerinden birisiyle karşılaşmış ve onların kadın, genç kız, çocuk ve ihtiyarlardan oluştuğunu hatta babası askere alınmış, annesi ölmüş küçük bir kızın babaannesiyle sürgüne gönderildiğini gözlemlemiştir.  Ahmet Refik elindeki kuru ekmeği suya batırarak açlığını bastırmaya çalışan çocuklara yiyecek bularak yardımcı olmuş ancak çocukların yaşadıkları acıların etkisiyle hiç gülmediklerini görmüştür. En çok şaşırdığı hususlardan birisi de hastaların hatta belden aşağısı tutmayan kişilerin bile tehcire dahil edilmesidir. 

Bu sırada Konya’ya gitmek için ceplerinde bilet parası olmadığından istasyonda binlerce sürgün toplanmış, asker sevkiyatı da yapıldığından trenler kullanılamamış ve günlerce devam eden bekleme sonunda açlık tehlikesi baş göstermiştir. 

Ahmet Refik bir süre sonra Ermeni genç kızların çeyizlerini satmaya başladıklarını, satacak bir şeyi olmayanlarınsa dilenmek zorunda kaldığını müşahede etmiştir. İstasyon etrafında binlerce aile toplanmış, bir kısmı çadır kurmuş, çadırı olmayanlar da çocuklarıyla etraftaki evlerin duvar diplerinde gecelemeye başlamışlardır. 

Yazar ayrıca Eskişehir Ermenilerinin tehciri sonrasında evlerindeki kıymetli halı ve diğer eşyalarının evlerinde kaldığını ancak hükümetin bunları koruyamadığını, evlerdeki kıymetli eşyaların ve davarların geceleyin çalındığını, aynı durumun İzmit ve Adapazarı’nda da yaşandığını hatta iz bırakmamak için evlerin ateşe verildiğini belirtmektedir. Ahmet Refik’e göre Ermenilere Eskişehir halkı zulmetmemiş; asıl eziyetler memurlar, jandarmalar ve polisler tarafından yapılmıştır.  

De Nogales ne diyordu?

Venezüellalı bir subay olan Nogales, 1915 yılında Osmanlı ordusuna paralı asker olarak dahil olmuş ve Suriye’de tehcire tanıklık ederek gözlemlerini kaleme almıştır. Nogales’in anlatımlarına göre en zengin ailelere bile bir öküz arabasında taşınabilecek eşya dışında bir şey almalarına müsaade edilmiyor, evler ve araziler yerel memurların elinde kalıyor ve memurlar tarafından paylaşılıyordu. 

Nogales ayrıca zenginliğin beşte birinin İttihat ve Terakki merkezine gittiğini ve bunun da İstanbul’da büyük bir rekabete yol açtığını belirtiyordu. Yine Nogales binlerce kişilik kafilelere bazen fişekliği bile olmayan dört beş jandarmanın eşlik etmesini anlayamadığını yazmaktadır. 

Mamure bölgesine ulaşan Ermenilerin durumunu anlatan Nogales, ağustos ayında buradaki kalabalığın iyice arttığını, kardeşlerini taşıyan yaralarla kaplı çocukları, seksen yaşını aşmış ihtiyarları gördüğünü aktarmakta, Halep’e varanlarınsa üç dört günde bir defa verilen vesikalık ekmek yetmediğinden kapı kapı dolaşıp dilendiklerini belirtmektedir.

Nogales sürgünlerin yerleştirildikleri tel örgüyle çevrili kamplarda “hayvan sürüsü gibi” yaşadıklarını ve salgın hastalıklarla birlikte ölümlerin arttığını, kampın ve yolların cesetlerle dolduğunu, çakalların ve kurtların bu cesetleri yediğini de kaydetmektedir.  

Nogales birçok eşkıya çetesinin Ermeni kafilelere saldırdığını hatta eşkıyanın jandarmalarla ve başlarındaki subaylarla anlaşıp bir kafileyi ormana götürüp soyduğunu gözlemlemiştir. Yine subayların Ermeni kızlarını alı koyup sonra da Kürtlere sattıklarına da tanıklık etmiştir. 

Sürgünlerin Suriye’ye ulaşmalarıyla Halep, Şam hatta Kudüs hasta ve dilencilerle dolmuş, ölümlerin artmasıyla bazı günler cesetleri mezarlara taşıyacak araba bile bulunamamıştır. Nogales’e göre sadece Halep’te 1916 Ağustosundan 1917 Ağustosuna kadar hastalıklardan ölen Ermenilerin sayısı 35.000’i bulmuştu. 

Yüzbaşı Bader adında bir Alman subay bu dramların fotoğraflarını çekmiş ancak fotoğrafçı resimleri “dikkatsizlikle” bozmuştu. Nogales’e göre fotoğrafların imhası da hükümetin yaşananların dış dünyaya duyurulmasını önlemek istemesinden kaynaklanıyordu. 

Motivasyonu Anlamak

Tehcir işte böyle bir süreçti. Yazımızdaki tanıklardan Ahmet Refik, Eskişehir’de yani henüz savaş olmayan hatta başkentin taşınması düşünülen bir şehirdeki yaşanan dramları aktarmaktadır. 

Nogales’in gözlemleri ise sürgünlerin perişan bir şekilde ulaştıkları Suriye bölgesine aittir. İki örnek de Osmanlı cephesinden tehcir sırasında yaşanan dramları ortaya koymaktadır. Bunlar ve benzeri tanıklıklar, yaşanan felaketin boyutlarını ve ortaya çıkan yüzbinlerce ölümün nedenlerini anlamaya yardımcı olacaktır. 

Yaşanan sürecin normal görülmesi ve savaş şartları veya Ermenilerin yaptığı baskınlarla izahı mümkün değildir. Özellikle tehcir edilenlerin kadın, çocuk ve yaşlılardan oluşması, amacın ne olduğunu da göstermektedir. Tehciri planlayan iradenin bu sonuçları öngörmemesi mümkün değildir. 

Sonuçta bu süreç bir soykırım olarak değerlendirilebilir. Ancak belki de daha önemlisi, çocuk, kadın ve yaşlılardan oluşan bir topluluğa, bu felaketleri reva görenlerin amaçlarının ve nasıl bir motivasyonla hareket ettiklerinin anlaşılmasıdır. Öncelikle bu zihniyetin ne olduğunun, arka plandaki faktörlerin ve bugüne etkilerinin ortaya konulması büyük bir önem taşımaktadır. 

Nitekim Talat Paşa hatıralarında adeta günah çıkarmakta ve “Esas itibarıyla askeri bir ihtiyat tedbirinden başka bir şey olmayan tehcir, vicdansız ve seciyesiz insanların elinde bir facia şeklini almıştır” ifadesini kullanmaktadır. 

İttihatçı liderlerden Mithat Şükrü Bey de Ermeni kırımlarında en çok suçlanan kişilerden olan Diyarbakır Valisi Dr. Reşit Bey’e “Siz hekimsiniz… ve bu sıfatla can kurtarmakla vazifelisiniz. Nasıl olup da bunca insanın ölümün kucağına atılmasına göz yumdunuz?” diye sorduğunda Reşit’ten “Türklüğüm hekimliğime galebe çaldı” cevabını alacaktır. 

Kaynaklar

Talat Paşa’nın Hatıraları, Haz. H. C. Yalçın, İstanbul, 1998; C. Sezer, “Osmanlı Devleti’nin Sevk Sırasında Ermenilere Yönelik Uygulamaları (1915-1917)”, CTAD, 2011, S. 13; A. Beşiri, “Soykırım ve Soykırıma Dair Uluslararası Mekanizmalar”, TBBD, 2013, S. 18; M. Bardakçı, Talat Paşa’nın Evrak-ı Metrukesi, İstanbul, Everest, 2009; A. Altıntaş, “Osmanlı Devleti’nin Tehcir Kararı Alması ve Uygulaması”, SBD, 2005; Ahmet Refik, İki Komite İki Kıtal, İstanbul, Kütüphane-i İslam ve Askerî, 1919; R. de Nogales, Osmanlı Ordusunda Dört Yıl, İstanbul, Arba, 2008. 

YORUM | Dr. YÜKSEL NİZAMOĞLU

https://www.tr724.com/tehcir-kanunu-ve-uygulamalari-uzerine/

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir