Hizmet Hareketi’nin bağilikle suçlanması


YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLU

Devleti ayakta tutan adalettir. Bir devlet, ne kadar adaletten uzaklaşır ve istibdada (zorbalığa) meylederse o ölçüde muhalif ve düşman üretir. Zira adaletsizlik ve istibdat; zulüm, baskı, haksızlık, kayırma, dışlama, sansürleme, kısıtlama ve yasaklama gibi farklı farklı insan hakkı ihlâllerini beraberinde getirir. Ahlakî, dinî ve yasal sınırları zorlar. Türlü türlü yolsuzluklara sebep olur. Yönetim ve siyaseti yozlaştırır. Bu tür olumsuzlukların olduğu bir ülkede ise itiraz, eleştiri ve muhalefetin olmaması düşünülemez. İnsanlar, uyarı ve ikazlarıyla, eleştiri ve tenkitleriyle hükümeti adaleti tesis etmeye ve anayasal sınırlara dönmeye zorlar. Protesto ve eylemleriyle seslerini siyasilere duyurmaya çalışır. Hatta pasif direniş ve barışçıl eylemlerin sonuçsuz kaldığı durumlarda, ayaklanma ve başkaldırılar ortaya çıkabilir.

Ne var ki ahlakî ve yasal sınırları çoktan aşmış olan zorba yönetimler, hiçbir zaman muhalefetin sesine kulak vermezler. Politika ve icraatlarına yöneltilen her türlü eleştiriyi, iktidarları açısından birer “tehdit” olarak algılarlar. Çünkü temiz değillerdir. İşledikleri çok suç vardır. Halktan aldıkları ve bir emanet olarak ellerinde tuttukları yetki ve otoriteyi, şahsî hesapları adına suiistimal etmişlerdir. Kasalarını ve keselerini doldurmak için kamusal imkânları sömürmüşlerdir. Lüks ve şatafat içerisinde bir hayat yaşayabilmek için büyük yolsuzluklara bulaşmışlardır. Hatta kendileri suç işlemekle, yolsuzluk yapmakla kalmamış, çok kimseyi de bu bataklığın içine çekmişlerdir.

İşte bu yüzden toplumun hak ve hukukunun gözetilmesi ile ilgili seslere tahammül edemezler. En küçük bir muhalefetin bile yönetimleri açısından risk oluşturmasını istemezler. Bu sebeple halk üzerinde vesayet sistemi kurmaya, herkese boyun eğdirmeye çalışırlar. Zorba yöneticiler gözünde insanlar iki gruptur: yandaşlar ve muhalifler. Yandaşlar, kayıtsız şartsız itaat etmeye razı olan uysal teb’adır. Muhalifler ise mutlak itaate yanaşmadığı gibi bir de eleştirme cüretinde bulunan had bilmezlerdir. Dolayısıyla ya onlar da devletin güç ve şiddet aygıtlarıyla uysallaştırılacak; ya da haklarından gelinecektir. Bunun için muhalifler önce itibarsızlaştırılır ve gözden düşürülür, ardından da ezilir ve yok edilir.

“Bitaraf Olan Bertaraf Olur”

Türkiye gündemini yakından takip edenler bilir ki, buraya kadar anlattığımız teorik bilgilerin, yakın zamanda gerçeğini yaşadık. Özellikle 2010 yılından sonra hak, hukuk ve adaletten uzaklaşan, yolsuzluklarla kirlenen ve giderek otoriter bir yapıya bürünen AKP iktidarı, âdeta halkı “yandaşlar” ve “muhalifler” olmak üzere ikiye ayırdı. Hiç olmadığı kadar ülke insanlarının arasına ayrılık tohumları saçtı ve onları birbirinden kopardı. Bizzat dönemin Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Bitaraf olan bertaraf olur.” diyerek insanları taraf tutmaya teşvik etti. Tarafsız kalanları, daha doğrusu kendi yanında saf tutmayanları tehdit etti. Bir çok konuşmasında muhaliflere yüklendi ve onlar hakkında hakaret dolu sözler savurdu. Hatta yer yer onları halka yuhalattı. Muhalif medyaya ateş püskürdü ve her fırsatta onların sesini kısmaya çalıştı. Televizyondan veya sosyal medya üzerinden kendisini eleştiren çok sayıda vatandaşı mahkemeye verdi. Binlerce kişi başbakana/cumhurbaşkanına hakaret suçundan yargılandı ve ceza aldı. 

Açıkçası Erdoğan’ın bu tavrı işe yaramadı değil. Neredeyse bütün tarikat ve cemaatleri AKP çatısı altında toplamayı başardı. Diyanet’i parti sözcüsüne çevirdi. Halkın içine ciddi korku saldı. Muhaliflerin sesi daha cılız çıkmaya başladı. Muhalif medya dahi Erdoğan’ı kızdıracak haberleri sınırlama ve elekten geçirme ihtiyacı hissetti. Muhalefet partileri gerektiği ölçüde vazifesini yapmadı/yapamadı. Erdoğan’ın çevresindeki milletvekilleri, danışmanlar ve bürokratlar bile aykırı fikirlerini kendilerine saklamak zorunda kaldı. Dalkavukluk, ikiyüzlülük ve şakşakçılık hiç olmadığı kadar prim yaptı.

Hizmet hareketi ise siyasi iradeye kayıtsız şartsız boyun eğmeyi ve Erdoğan’ın vesayeti altına girmeyi reddetti. Zulme rıza göstermedi. Yolsuzlukları görmezden gelmedi. İlk yıllarda AKP’nin dışa dönük, demokratik ve hukuku önceleyen politikalarına destek çıktı. Fakat AKP’nin otoriterleşmesi, içe kapanması, hukuktan ve demokratik değerlerden uzaklaşmasıyla birlikte siyasi iradeyle yollarını ayırdı. Fethullah Gülen Hocaefendi pek çok bamteli sohbetinde ve kırık testi yazısında bazen üstü örtülü bazen açıktan eleştirilerini dile getirdi. Hizmet hareketine bağlı gazete ve televizyonlar tasvip etmedikleri hükümet politikalarıyla ilgili çok sayıda haber yaptı. Elbette istibdadın her geçen gün daha da koyulaştığı bir devlette, böyle bir muhalefet cezasız kalamazdı. Nitekim öyle oldu.

Cadı Avı

Birçok parti mensubunun da açıktan ifade ettiği üzere hükümet, Hizmet hareketini bitirmeye yönelik faaliyetlerine 2010 yılından itibaren başlamıştı. Bunu 2007’ye, hatta 2004’de MGK’da alınan, daha sonra ortaya çıkan gizli karara kadar götürenler de var. 17-25 Aralık 2013 yolsuzluk operasyonlarından sonra ise Erdoğan ve AKP’li isimler Hocaefendi’yi ve Hizmet gönüllülerini açıktan hedef almaya başladı. Hakaretlerin, suçlamaların, iftiraların, karalamaların ardı arkası kesilmedi. 15 Temmuz kontrollü darbe girişiminden sonra ise Hizmet hareketine karşı -bizzat Erdoğan’ın ifadesiyle- cadı avı başladı. Hizmetin medya, eğitim, sağlık, yayıncılık, sosyal yardım gibi farklı alanlarda faaliyet gösteren bütün kurum ve müesseselerinin kapısına kilit vuruldu. Daha doğrusu bunlar gasp edilerek yandaşlara peşkeş çekildi. Hizmetle irtibat ve iltisakı bulunduğu iddia edilen çok sayıda şahsın özel mülklerine bile el konuldu.

Yılları alacak uzun çalışmaların ürünü olduğu anlaşılan fişlemelerle on binlerce insan Hizmet gönüllüsü adı altında kamudan ihraç edildi. Çoluk çocuk demeden, kadın ihtiyar dinlemeden on binlerce insan hapislere tıkıldı. Hapsedilmekle de kalmayıp binlercesi kötü muameleye ve işkenceye maruz bırakıldı. On binlerce cemaat mensubu ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Kısaca Hizmet gönüllüleri, ceberut devletin devasa şiddet ve güç aygıtlarıyla sindirilmeye ve ezilmeye çalışıldı.

Hukukun çoktan askıya alındığı, anayasal sınırların dışına çıkıldığı, mahkemelerin bağımsızlık ve tarafsızlığını yitirdiği ve hükümetin keyfine göre çıkardığı KHK’larla devlet yönetmeye başladığı bir ortamda, bütün bu yapılanların Anayasaya ve kanunlara uygunluğunu sorgulamak abes kaçar. Meselenin ilginç tarafı şu: Bütün bunlar halkının tamamına yakını Müslüman olan bir ülkede, Müslüman geçinen idareciler tarafından, dine hizmet etme gayesiyle yola çıkan Müslümanlara yapılıyordu. Ve kimsenin de sesi çıkmıyordu. 

Demek ki bir taraftan Hizmet hareketini bitirme adına korkunç plan ve stratejiler hazırlanırken, diğer yandan da yapılacak zulümleri haklı gösterecek argümanlar üretiliyordu. Müslümanların böyle bir soykırımı film izler gibi izlemesi ve hatta alkış tutması adına meselenin dinî altyapısı oluşturuluyordu. “Niçin bunlar oluyor?” sorusuna cevaplar hazırlanıyordu. Diyanet ve ilahiyat çevreleri tarafından bu zulüm ve ağır insan hakkı ihlallerini meşru gösterecek fetvalar veriliyor, çalışmalar yapılıyor, programlar düzenleniyordu. 

Önceki yazılarımızda Diyanetin, hükümet politikalarını ve Hizmet hareketine uygulanan soykırımı meşrulaştırma adına nasıl bir din istismarı yaptığı üzerinde durmuştuk. Hizmet gönüllülerini ötekileştirme ve şeytanlaştırma adına nasıl tadlil ve tekfire başvurulduğunu ele almıştık. Diyanetin hazırladığı kitap, rapor ve hutbelerinde Hocaefendi’ye ve Hizmet mensuplarına yönelttikleri ağır itham ve iftiralara temas etmiş ve bunları kısaca tahlil etmiştik. Bundan sonraki yazılarımızda ise Diyanet’in yapmış olduğu çalışmalarında ve bazı ilahiyat çevrelerinin dile getirmiş olduğu görüşlerinde, Hizmet hareketini itibarsızlaştırma veya devlet tarafından ezilmesine cevaz verme adına başvurdukları farklı bir strateji üzerinde duracağız.

“İsyan” ve “İhanet” Suçlamaları

Zorba yöneticilerin, yok etmek istedikleri muhalifleri, önce kamusal vicdanda mahkum etme, sonra da yok etme adına başvurdukları en önemli taktiklerden biri de, onları “devlete isyanla” ve “vatana ihanetle” suçlamalarıdır. Bu tür ülkelerde “muhalefet” ile “ihanet” arasında ince bir çizgi vardır. Bunu belirleyen de siyasi iktidardır. İstenmeyen muhalifler bir anda kendilerini “asi” veya “vatan haini” buluverirler. İslâmî literatürde de devlete başkaldırma suçu “isyan” ve “bağy” kelimeleriyle ifade edilir. Elbette bu sadece basit bir isimlendirmeden ibaret değildir. Bu tür şahıslar hakkında hem pozitif hukukta hem de İslâm hukukunda oldukça ağır müeyyideler vaz edilmiştir. 

İşte AKP hükümeti de Hizmet mensuplarını en ağır cezalara çarptırabilme adına onları “isyan”, “vatana ihanet” ve “terör”le suçladı; bu cezaların Müslüman muhayyilede yer bulabilmesi için İslâm hukukunu da istismar etmekten geri durmadı. Diyanet, yaptığı çalışmalarda ve hazırladığı hutbelerde Hizmet hareketi mensupları hakkında sürekli “hainler”, “ihanet şebekesi”, “asi topluluk” gibi vasıflar kullandı ve Müslümanlar arasında Hizmet hareketinin devlet başkanına (halifeye!) karşı geldiği ve devlete isyan ettiği fikrini yaydı.

İlahiyat çevreleri de bu fikre destek verdi. Mesela 2018 yılında Akit TV’nin bir programına canlı telefon bağlantısıyla katılan Prof. Dr. Ahmet Akgündüz özetle şu değerlendirmeleri yaptı: “Bana Anadolu’da soruluyor: Hocam, FETÖ içinde öyle insanlar var ki bizden takvalı! Olabilir, diyorum. İster takva sahibi olsunlar ister veliyyullah olsunlar. Hucurat suresindeki açık ayet gereği eğer devlete isyan ediyorlarsa İslamiyet ve Kur’ân-ı Kerim onların katledilmelerini bile caiz görüyor. Dolayısıyla FETÖ ve ekibi hangi hizmeti yapmış olursa olsun, geçmişte ister Türk diline ister başka şeye ama sadece 15 Temmuzdaki fitne hareketi ve devlete baş kaldırmasıyla bağidirler.”

Doç. Dr. Ebubekir Sifil ise 28 Temmuz 2016 tarihinde TVNET’teki bir canlı yayında Faruk Aksoy’un, “Fethullah Gülen hakkında sizin bir karar verme hakkınız ve yetkiniz olsa ne tür bir karar verirsiniz?” şeklindeki sorusuna şu karşılığı verdi: “Boynunu vururum. Neden? Çünkü Fethullah Gülen irtidat etmiş, dinden çıkmış bir adamdır ve devletine milletine isyan etmiş, başkaldırmış bir adamdır. Bu ikisi öldürülmek için İslâm hukukuna göre fazlasıyla yeterlidir. Ben de öyle yapardım.”

Bütün bunların yanı sıra sosyal medyada ve halk arasında devlete isyan ettiği söylenen “Fetöcülerin” mallarının “ganimet”, eşleriyle kızlarının da “helal” olduğu konuşuldu. Daha 15 Temmuz hâdisesi meydana gelmeden evvel, bazı cemaatlere Hizmet hareketine ait müesseselerin “ganimet” olarak verileceği konuşulmaya başlandı. 15 Temmuz’dan sonra devlet tarafından el konulan yurtların, okulların, dershanelerin ve üniversitelerin birçoğu cemaat ve vakıflara verildi. Onlar da hiç itiraz etmeksizin bu “ganimetleri” gönül rahatlığıyla benimsediler, Balkanlıoğlu’nun ifadesiyle “tepe tepe kullandılar.” Bizzat İstanbul müftüsünün, Hizmet gönüllülerinden biri olan Ali Kervancı’nın hükümet tarafından el konulan hususî evini kendine lojman yaptığını belirtecek olursak, herhalde meselenin ciddiyeti anlaşılmış olur.

Peki, hükümeti, Diyanet’i ve bir kısım ilahiyatçıları Hizmet hareketini “asi” ve “baği” ilân etmeye sevk eden sebepler nelerdi? Hizmet mensupları, “meşru devlet başkanına” isyan mı etmişlerdi, devlete baş mı kaldırmışlardı? Daha teknik bir ifadeyle onlar “halifeye” karşı yerine getirmeleri gereken “itaat” yükümlülüklerine riayet etmemişler miydi? Yoksa bütün bunlar bir yana, 15 Temmuz hâdisesi tek başına Hizmet gönüllülerinin “hain” olması ve toptan imhası adına yeterli bir sebep olarak görülebilir miydi? Gerçekten AKP hükümeti tarafından Hizmet mensuplarına verilen “cezaların” dinî meşruiyetinden bahsedilebilir mi?

Burada antrparantez şu açıklamayı yapmadan geçemeyeceğiz: Aslında laik ve seküler bir devlet mekanizmasının ve hukuk sisteminin hâkim olduğu bir ülkede, meydana gelen bu tür olayları İslâm fıkhına göre değerlendirmenin farklı handikapları vardır. Ortada ne bir İslam devleti var, ne meşru bir halife, ne de uygulamada olan bir İslâm hukuku. İslam ceza hukukunun hangi hükümleri tatbik edilmektedir ki tamamen kendine mahsus şartları olan bağy suçundan ve bu suçu işleyenlerin cezalandırılmasından bahsedebilelim. Hiç şüphesiz seküler ve laik bir devlet düzeninde işlenen suçların, o devletin kanunlarına göre değerlendirilmesi ve suçluların da suçları tespit edildikten sonra buna göre cezalandırılması gerekir.

Modern-ulus devletin kalıpları ve formları içerisinde yaşayan, onun vatandaşları olan ve onun hukukuna göre hareket eden Müslümanların, bir anda halifeden, biatten, itaatten ve bağy’den bahsetmeleri ve İslâm hukukunun hükümlerini dile getirmeleri büyük bir çelişkidir. Bununla birlikte toplumun büyük bir kesimini Müslümanlar oluşturduğu, yasama, yargı ve yürütmeden sorumlu kişilerin karar ve uygulamalarında dinî motivasyon çok güçlü olduğu ve uzun süredir konuyla ilgili fetvalar, iddialar ve söylentiler zihinleri bulandırdığı için, yukarıdaki soruların cevaplarını bundan sonraki yazılarımızda İslâm fıkhına göre ele almaya çalışacağız.

https://www.tr724.com/hizmet-hareketinin-bagilikle-suclanmasi/

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir