Darbeler ve götürdükleri


YORUM | Dr. YÜKSEL NİZAMOĞLU

Türkiye tarihi her şeyden önce bir darbeler tarihidir. Osmanlı döneminde oluşan askeri isyan ve darbelerle padişahların tahttan indirilmesi hadiseleri, cumhuriyet devrine de taşınmış ve askerin siyasete müdahalesi bir geleneğe dönüşmüştür.

Demokrasisi rayına girmemiş ve geri kalmış ülkelerin bir özelliği olan darbeler, Türkiye’nin Batı demokrasileri safında yer almasına ve NATO üyesi olmasına rağmen 1960’tan itibaren her on yılda bir tekrarlanmış, her darbe ülkeye çok ağır maliyetler getirmiş ve zaten “zayıf” olan demokratik kültür bitme noktasına gelmiştir.

Babıali Baskını

Darbelerin ortak özelliği halka “hayal aşılamaları” ve darbecilerin kendilerine göre “makul” gerekçeler üretmeleridir. XX. Yüzyılın ilk darbesi ise 1913 Ocak ayında İttihatçıların gerçekleştirdiği Babıali Baskınıdır.

İttihatçıların gerekçesi, Balkan Harbinde uğranılan ağır yenilgi ve karşılaşılan toprak kayıplarıydı ve bozgunun nedeni olarak gördükleri Kâmil Paşa Hükümeti’ni devirmeyi amaçladılar. Enver Paşa kumandasındaki İttihatçı subaylar Babıali’ye ilerlediler ve çıkan çatışmada dönemin Harbiye Nazırı Nazım Paşa öldürüldü. Darbe sonunda Sadrazam Kâmil Paşa hazırlanan evrakı imzalayarak hükümetten çekildi.

İttihatçı kontrolünde kurulan M. Şevket Paşa Hükümeti, II. Balkan Savaşı’ndan yararlanarak Edirne’yi kurtarsa da diğer yerler geri alınamadı. Enver Bey bu başarıyla terfi etmiş ve kısa sürede “Paşa” olmuştu. Bundan sonra dönemin sembol isimlerinden birisi olacak hatta Osmanlı ordusunun 1918’de Bakü’ye girişi nedeniyle sonradan M. Kemal Paşa’ya uyarlanan ve İzmir Marşı olarak bilinen “Enver Paşa Marşı” yazılacaktır.

“Hoş gelişler ola kahraman Enver Paşa,

Askerin, milletin, bayrağınla çok yaşa.

Arş arş arş ileri ileri, Türk’ün askeri dönmez geri,

Sağdan sola, soldan sağa al da bayrağı düşman üstüne” … 

İktidarı ele geçiren İTC Hükümeti tam bir baskı rejimine dönüştü ve gelişmeler Birinci Dünya Savaşı’na girilmesiyle ve savaş sonunda Osmanlı Devleti’nin tarihe karışmasıyla sonuçlandı. Böylece büyük hayallerle başlayan İttihatçı darbe, altı yüz yıllık devletin ortadan kalmasına zemin hazırlayan aşamalardan birisi olarak tarihe geçti.

Olur mu Böyle Olur mu?

Cumhuriyet döneminin ilk darbesi ise 27 Mayıs 1960’ta ordunun içindeki cuntacı bir grup tarafından gerçekleştirildi. Darbe öncesinde DP’nin otoriterleşmesine karşı çıkan öğrenciler, çeşitli eylemler düzenlemekte ve bu eylemlerde Gazi Osman Paşa (Plevne) marşının sözlerini uyarlayarak seslerini duyurmaya çalışmaktaydılar.

“Olur mu böyle olur mu?

Kardeş kardeşi vurur mu? 

Kahrolası diktatörler

Bu dünya size kalır mı?” …

Bu sözler darbeciler tarafından “Yassıada Saati” adıyla hazırlanan radyo programında da fon müziği olarak kullanıldı. 27 Mayıs cuntacılarının amacı güya “kardeş kavgasına” son vermekti. Ama Menderes, Zorlu ve Polatkan’ı idam ederek Türkiye tarihinde kapatılması mümkün olmayan bir yara açtılar.

27 Mayıs Darbesi, baskıcı bir rejim kurmaya çalışan DP’ye karşı yapılmıştı. Ancak darbeciler “özgürlükçü” 1961 Anayasası’na koydukları bir maddeyle askeri vesayetin devam etmesinin yasal gerekçesini hazırladılar. Bu maddeyle “Milli Güvenlik Kurulu (MGK)” oluşturuluyor ve asker, darbe sonrası dönemde bile sivil iktidarları yönlendirme, kontrol etme ve gerektiğinde “hizaya getirme” imkanını elde ediyordu. İlginç olan sonraki

Cemal Gürsel

hiçbir iktidarın MGK’yı kaldırmaya cesaret edememesi ve bu kurumun halen varlığını sürdürmesidir.

27 Mayısçıların önemli icraatlarından birisi de 1961’de meşhur “TSK İç Hizmet Kanunu’nu” çıkarmaları oldu. Bu kanunun 35. Maddesinde TSK’nın görevleri arasında Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumak” sayılıyor ve bundan sonraki darbelere yasal zemin hazırlanıyordu. Bu madde yıllarca yürürlükte kalmış ve 2013 yılında değiştirilmiştir.

27 Mayıs darbecileri “Atatürkçülük” adına yönetime el koysalar da kendi menfaatlerini de ihmal etmediler. Kurdukları OYAK vasıtasıyla askerler için önemli bir gelir kapısı da açılmış oldu.

Darbeciler kendi içlerinde de büyük problemler yaşadılar ve bu durum yeni gruplaşmalara, tasfiyelere ve Albay Talat Aydemir’in iki defa darbe girişiminde bulunmasına yol açtı. Asker artık “Atatürkçülük adına ülkeyi kurtarmanın” keyfini almıştı ve bundan sonra her darbede “Atatürkçülük” ortak payda olacaktı.

“Milli Demokratik Devrimciler”, 9 Mart 1971’de darbe yapmaya karar verince TSK bir kez daha harekete geçti ve 12 Mart Muhtırasını vererek dönemin Süleyman Demirel Hükümeti’ni devirdi. Gerekçe 27 Mayıs’taki gibi “kardeş kavgasına son vermekti”. 1973 seçimlerine kadar ülke “ara rejim hükümetleriyle” yönetilirken ve çıkarılan kanunlarla rejim daha da otoriterleşirken darbeciler ülkeyi bir kez daha kurtardıklarını iddia ediyorlardı.

Yine Şahlanıyor

12 Mart Darbesi’ne rağmen Türkiye’de sol-sağ kavgası bir türlü bitmedi ve bir süre sonra çatışmalar sıradan olaylar haline geldi. Vatandaşlar sokağa çıkarken evlerine dönememe korkusu yaşıyor, anarşi ülkenin hemen her yerine yayılıyordu.

1 Mayıs 1977’de Taksim meydanındaki 1 Mayıs kutlamalarında “gizli bir el” devreye girmiş ve onlarca kişi hayatını kaybetmişti. Taksim’deki bu olayları Çorum ve Kahramanmaraş olayları takip etmiş, sıkıyönetime rağmen sol-sağ ve Alevi-Sünni çatışmalarının önü alınamamıştı.

Bu süreç de 27 Mayıs ve 12 Mart’ta yaşananların benzeriydi ve yine bir kurtarıcıya ihtiyaç vardı. Beklenen kurtarıcı sahneye çıktı ve “asker” İç Hizmet Kanunu’nda belirtilen görevini yaparak 12 Eylül 1980’de yönetime el koydu. 11 Eylül 1980’e kadar devam eden çatışmalar, 12 Eylül sabahı darbeyle birlikte durdu ve ülke, aradığı huzuru “asker” sayesinde buldu. Askerler tıpkı 27 Mayıs ve 12 Mart’ta olduğu gibi bir kez daha “kardeş kavgasına” son verdiklerini iddia ediyorlardı. Dönemin başbakanı Demirel, yıllar sonra darbe lideri Evren Paşa’yı kendine has ifadeyle “biz anarşi ile uğraşırken kendisi Antalya’da tapu müdürü müydü?” diyerek eleştirecektir.

12 Eylül darbecilerinin de 27 Mayısçılar gibi bir “slogan müzik” tercihleri olmuş ve Hasan Mutlucan’ın seslendirdiği kahramanlık türküsünü tercih etmişlerdi.

“Yine de şahlanıyor aman

Kolbaşının yandım da kır atı

Görünüyor yandım aman

Bize serhad yolları” …

Bu türkünün 12 Eylül darbecileri tarafından seçilme nedenini bilemiyoruz. Ancak kır atın şahlanmasının çok ağır bir bedeli olmuş, binlerce kişi tutuklanmış ve Evren Paşa’nın “asmayalım da besleyelim mi” sözü doğrultusunda hukuk zorlanarak idam kararları verilmiş ve infazlar başlamıştı. Ancak darbeciler idamlarda “ayrımcılık yapmadıklarını” iddia ederek infazları “bir sağdan bir soldan” olacak şekilde gerçekleştirmişlerdi.

12 Eylül yönetimi anarşinin sebebi olarak gördüğü 1961 Anayasası’nın yerine 1982 Anayasası’nı yaptı. Bu anayasa devleti çok daha güçlendiren, temel hak ve özgürlüklere darbe vuran ve YÖK gibi yeni vesayet kurumları getiren bir anayasaydı. Ayrıca anayasaya askerin konumunu daha da güçlendiren “MGK kararlarını hükûmet öncelikle ele alır” ifadesi ilave dilmişti.

Onuncu Yıl Marşı’ndan Salalara

12 Eylül darbecilerinin kurduğu sistem hem Atatürkçülüğe dayanıyor hem de “kontrollü” dindar bir kitle oluşturmayı amaçlıyordu. RP’nin iktidara gelmesi askeri bir kez daha harekete geçirdi ve “laik düzenin bekçisi” TSK, iktidar üzerinde baskıyı artırarak Erbakan Hükümetine meşhur 28 Şubat kararlarını imzalattı. Böylece seçilmiş hükümet asker baskısı sonucunda MGK kararlarıyla yeni bir dönem başlatıyor, TSK dindar kitle üzerinde büyük bir baskı kuruyor ve Türkiye’yi yeniden “laik ve Atatürkçü” yöne çevirdiğini ilan ediyordu.

28 Şubat darbecileri de kendilerine “özgün bir müzik” seçmişler ve Onuncu Yıl Marşı’nı olur olmaz her yerde söyletmeyi büyük bir “marifet” saymışlardı.

“Çıktık açık alınla on yılda her savaştan,

On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan;

Başta bütün dünyanın saydığı Başkumandan;

Demir ağlarla ördük Anayurdu dört baştan” …

Askerin Türk siyaseti üzerindeki baskısının en önemli örneklerinden birisi de 27 Nisan 2007 tarihli muhtıra oldu. Kendisini “cumhurbaşkanının tek belirleyicisi” olarak gören askerler, “Atatürkçü ve laik” olmadığı gerekçesiyle Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığına karşı çıkarak Türkiye’yi yeniden “laik” çizgiye getirmeye çalıştılar.

Her on yılda bir müdahalelere alışan Türkiye, 15 Temmuz 2016’da ise “çok farklı” bir darbe teşebbüsü yaşadı. Başarılı olma ihtimali gözükmeyen darbe teşebbüsüne Hükümetin önceden çok iyi hazırlandığı anlaşılıyor, DİB Başkanı darbe esnasında MİT’te misafir ediliyordu. AKP de, “her nasılsa” başarılı darbelerin gece 3.00’de herkes uykudayken yapıldığını ve ilk aşamanın da siyasileri “enterne etmek olduğunu” bilmeyen askerlere karşı hemen gereken tedbirleri alıyordu.

Demirel’in “Bizim istihbarat, Uganda’daki darbeyi haber verir ama Türkiye’dekini haber vermez” dediği MİT’in her şeyden haberdar olduğu anlaşılıyor, buna rağmen iki yüzden fazla insanımızın hayatını kaybetmesine neden engel olunmadığını anlamak mümkün olmuyordu.

“Meşum gecenin” ilerleyen saatlerinde DİB Başkanının rolü bütün camilerde “sala okutulmaya” başlanmasıyla ortaya çıkıyordu. Önceki darbeciler “türkü ve marşlar” seçerken muhafazakâr AKP tercihini “sala okutmaktan” yana kullanmıştı. Salalar, “Allah’ın lütfu” darbe teşebbüsü sonrasında kurulmak istenen rejimin de önemli bir göstergesiydi.

Türkiye’de darbeler sonrasında oluşturulan rejimin karakterini askerler belirlerken bu sefer koz iktidar partisinin eline geçti. Normal şartlarda demokratik kurumları daha çok güçlendirmek gerekirken, AKP bu uğursuz teşebbüs sayesinde parlamentoyu devre dışı bırakarak tek kişi yönetimine fırsat veren ve zaten yeterli olmayan özgürlüklerin iyice daraltıldığı yeni bir rejim kurdu.

Yeni rejim dindar görünümlü otoriter bir rejim oldu, bu rejim “muhalif” gördüğü, darbeyle hiçbir ilgisi olmayan binlerce sivili kamudan ihraç etti ve tutukladı. Bu kişilerin bir kısmı işkenceye maruz kaldığı gibi bir kısmı da hapishanelerde hayatını kaybetti.

Böylece şimdiye kadar “Atatürkçülük” adına darbe yapan askerler bu sefer sokağa çıkarak Türkiye’nin başka bir yöne evrilmesine zemin hazırladılar. Sonuçta her darbe sonrası biraz daha otoriterleşen Türkiye rejimi, başarısız bir darbe sonrasında bu sefer de sivil iktidar marifetiyle daha da otoriter hale geldi ve bu otoriterleşmenin nereye kadar varacağını şu anda tahmin etmek mümkün olmadığı gibi tünelin ucunda bir ışık da gözükmüyor.

Kaynak
https://www.tr724.com/darbeler-ve-goturdukleri/

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir